Muzaffer Erdost – Devrimci Kültür Cephesi Üzerine
Arkadaşlar,
Topluluk önünde daha önceleri de konuştum, ama topluluk önünde kültürü kucaklayan konularda bu ilk konuşmam denebilir. Bununla birlikte, kültür konularıyla ve özellikle edebiyat konularıyla ilgim, oldukça eskidir; 1950 yılına kadar gider. Bugün ise, genel olarak, edebiyat konularından uzaklaşmış bulunuyorum. Arada sırada, sanat ve edebiyat konularına dönüyorsam, bu, sanat ve edebiyatla doğrudan doğruya ilgilendiğimden değil, sanat ve edebiyatı, devrimci kültürün bir parçası, bir tamamlayıcısı saydığımdandır.
1-Kültürü, insanın evren karşısındaki, doğa karşısındaki, insanlık karşısındaki davranışlarını belirleyen duygu, düşünce ve bilgilerinin toplamı olarak tanımlayabiliriz. İnsanlar, bu davranışlarını, çeşitli biçimlerde ortaya koyarlar. Bu davranışlar, denebilir ki hemen hemen her çağda, her toplulukta, temsil yeteneğinde olan kişilerin(sanatçıların) eylemlerinde katılaşarak insanlığa ve geleceğe iletilmek olanağı bulmuşlardır. Hüzün bazen bir türlü şeklinde katılaşmış, korku bazen bir masal şeklinde katılaşmış, yiğitlik bazen bir destan şeklinde katılaşmış; duygular, düşünceler, davranışlar eylemler, çeşitli taşıyıcılarla (söz, ses, çizgi, renk, vb.), insandan insana, ülkeden ülkeye, çağdan çağa taşınmış.
Kültür, çok geniş alanları kucaklamakla birlikte bizim, burada, kültür sözüyle, daha çok sanatları ve edebiyatları kucaklayan veya bunların yan dalları olan unsurları ele aldığımız bilinen bir şey. Özellikle sanatlar ve edebiyatlar söz konusu olduğu için, belirtelim ki, sanatların ve edebiyatların taşıyıcılarının (bu taşıyıcılar ister söz, ister ses, ister renk, ister çizgi, ister insan olsun), bir estetik düzen içinde sunulması gerekir. Ve bazı kültür dallarında bu estetik düzen, sanat dalının yapısı gereği, özden (devrimci eserlerde ideolojik özden) ağır basabilir ve bazı dallarda ise bunun tersi olabilir, örneğin, müzikte seslerden, şiirde sözlerden kurulu estetik düzenin ideolojik öze oram, yapılan gereği, romandakinin tersinedir; tiyatroda ve sinemada, estetik düzenin (elbette önemini muhafaza etmekle birlikte) ideolojik öze oram daha da azalır.
İkinci nokta, tekniğin, kültürlerin taşıyıcı araçları olabilmeleridir, örneğin türküler, hiç bir tekniğe ihtiyaç duymadan yayılıp yaşamışlardır. Ama gramofonun icadı, radyonun, pikabın, teybin, sinemanın, televizyonun icadı, türkülerin yayılmalarını hızlandırmış, yoğunlaştırmış ve etki alanlarım genişletmiştir. Örneğin şiir, dilden dile dolaşarak yayılabilir. Matbaanın icadı ile şiir, çağdan çağa, ülkeden ülkeye, geniş kitlelere yayılma olanağı bulmuştur. Ama gramofonun icadı, radyonun icadı, şiirin yayılışında o derece etkili olmuyor. Tiyatro, teknikle birlikte, önemli gelişmeler kazanıyor, ama tekniğin tiyatroyu yaygınlaştırması pek o kadar önemli olmuyor. Buna karşılık sinema, varlığını tekniğe borçludur ve sinema, tekniğin gelişmesiyle birlikte son derece hızlı bir yayılma olanağı buluyor. Diğer sanatların önemini küçümsememekle birlikte, belirtelim ki, çağımızın ideolojik yönden etkin sanat dalları, ideolojik özün estetiğe ağır bastığı sanat dalları ile tekniğin taşıyıcı olarak önemli rol oynadığı sanat dallarıdır. Devrimci sınıflarla karşı-devrimci sınıflar arasında kültür alanındaki çatışma, teknikle yayılma olanağı genişleyen bu sanat dalları alanında daha önem kazanacaktır.
Yalnız burada başka bir noktaya da dikkati çekmek gerekiyor; bugün toplumda, egemen sınıflar, aynı zamanda, iktisadi bakımdan güçlü sınıflardır. Para ve diğer maddi imkânlar, bu sınıfların elindedir, siyasi iktidar bunların elindedir. Tekniğe ihtiyaç duyuldukça, o oranda paraya ihtiyaç vardır. Egemen sınıflarla, daha yaygın ve etkin olan sinema cephesinde mücadele edebilmek, (sansür vb. gibi diğer şeyler bir yana) daha çok maddi imkânları gerektirdiği için, bu güçlükleri yenecek maddi dayanışmaya ihtiyacımız vardır. Tiyatro ise, maddi bakımdan sinema ile kıyaslandığında, daha elverişli bir alan olarak gözükmektedir. Tiyatro toplulukları, daha az parayla kurulabilir, eylemlerini sürdürebilirler. Ama geniş kitlelere hitap etme olanakları, sinemaya oranla daha azdır. Eylemde bütün bu noktaların dikkate alınması gerekir.
Meseleye bu noktadan bakıldığında, devrimci kültür cephesinin başlıca iki görevi şunlar olabilir: biri, karşı-devrimci kültürlerle, anarşist ve oportünist kültürlerle, edilgin küçük-burjuva kültürlerle mücadele etmek; diğeri, devrimci kültürü kitlelere yaymak. Aslında bu iki şey birbirine içten bağlıdır. Toplumdan bir yazı çeşidini kaldırabilmek için, yerine yeni bir yazı çeşidi koymak nasıl gerekliyse, bizim için zararlı veya faydasız olan kültürleri yıkmak,ortadan kaldırmak İçin, yerine devrimci kültürü koymak gerekir. Bu bakımdan karşı-devrimci kültürlerle mücadelenin başında ve diğer şeyler yanında, devrimci kültürü yaratmak vardır.
2-Lenin der ki: “Devrimci teori olmadan, devrimci eylem olamaz”. Bir şair, bir romancı, bir tiyatro yazan, bir rejisör, eserler verir. Acaba devrimci teoriyi kavramadan, bilmeden, devrimci eserler verilebilir mi? Meseleyi bilmeden, teoriyi bilmeden, bilinçsiz bir şekilde yaratılmış ve genel çizgileriyle devrimci sayılabilen eserler bulmak mümkündür. Ama devrim açısından, devrimci açıdan bakıldığında, bunların, bilinçli bir devrimcinin eseri olmadığını kolaylıkla görürüz. Yani doğru devrimci bir eserin yaratılabilmesi için, yaratıcının, her şeyden önce doğru devrimci teoriyi bilmesi, kavramış olması gerekir. Devrimci teori olmadan, devrimci eylem olamayacağı gibi devrimci teori olmadan devrimci sanat da yaratılamaz. Mantık yoluyla çıkaracağımız sonuç şudur ki, devrimci sanat eserlerinin, devrimci edebiyatların yaratılması, aynı zamanda, birer devrimci eylem demektir. Bir sanat eserinin, bir edebiyat eserinin yaratılması eylem olduğuna göre, sanatçıya, edebiyatçıya, biz, bir eylem adamı gözüyle bakıyoruz. Dolayısıyla devrimci sanatçıma, devrimci edebiyatçının, devrimci bir eylem İçerisinde bulunduğunu kabul ediyoruz.
3-Kültür nedir, kaynakları nelerdir? Bu konular, çeşitli yazarlar tarafından tartışılmış ve çeşitli tezler ileri sürülmüştür. Biz, burada, yeni bir tez ileri sürmek niyetinde değiliz. Bizim tezimiz bellidir. Kısaca belirtelim: Kültür, toplum biçimlerinin üzerinde yükselen, toplum biçimlerine tekabül eden, onları yansıtan bir üst-yapı unsurudur. Toplum biçimlerine tekabül eden bir üst-yapı unsuru olmakla birlikte kültür, mevcut toplum biçimleri ortadan kalktıkları zaman da, tek başlarına, bağımsız olarak, uzun süre yaşayabilir. Feodal toplum biçimleri ortadan kalktığı zaman, feodal kültürler, tek başlarına, bağımsız olarak yaşayabilmişlerdir. Sovyetler Birliği’nde burjuva toplum biçimi ortadan kalktığı halde, burjuva kültürü, burjuva ideolojisi uzun yıllar yaşayabilmiştir ve varlığını hâlâ sürdürmektedir.
Kültür, temele, altyapıya bağlı olarak doğmakta, fakat bu üretim ilişkileri değiştiği zaman, kültür, üretim ilişkileriyle birlikte hemen ortadan kalkmamaktadır. Çeşitli alışkanlıklar şeklinde, düşünceler şeklinde yaşamaya devam etmektedir. İşte kültürün bu özelliği, önümüze çeşitli sorunlar getirmektedir. Bu sorunlar nelerdir? Kültürün tek başına, temelden bağımsız olarak yaşayabilmesi, gerici, karşı-devrimci ideolojilerin yaşayabilmesi meselesi ile herhangi bir kültürün, tek başına, bağımsız olarak başka kültürleri etkileyebilmesi meselesini karşımıza çıkarmıştır. Bunu şöyle ifade edebiliriz: biri, milli demokratik devrim aşamasında, ulusal kültürün kuruluşu döneminde, emperyalist kültürün, oluş halinde bulunan ulusal kültürü etkilemesi; İkincisi, pre-kapitalist kültürün gene oluş halinde bulunan ulusal kültürleri etkilemesi meselesidir.
Türkiye, emperyalist bir ülke değil. Ama yarı-bağımlı bir ülke. Dolayısıyla emperyalist kültürün etkisi altında bir ülke. Emperyalist kültürün, oluş halindeki ulusal kültürü etkilemesi, çeşitli biçimlerde kendini gösteriyor:
Toplum biçimlerinin yansıması olan kültür, toplumların birbirleriyle teması arttığı oranda, tekniğin kültürleri taşıdığı oranda, kültürler, tekniğin yayılma doğrultusunda, birbirlerini etkileyeceklerdir. Nasıl üretim birimleri, her yeni ve üstün üretim biçimleriyle birlikte genişliyorsa, insanlığın ortak bir kültüre yönelmesi, ortak bir kültüre açık olması da o kadar tabiidir ve bu, proleter enternasyonalizmiyle bağdaşmaktadır. Ama, henüz oluş halinde bulunan ulusal kültürü, niteliği ne olursa olsun emperyalist ülkelerden gelen kültürlerin etki altına alması, ve emperyalist kültürün, oluş halindeki ulusal kültür üzerinde tayin edici rol oynaması, ulusal kültürü soysuzlaştırmaktadır.
Bence, gerçek edebiyat, gerçek sanat, altyapıya bağlı olarak, temele bağlı olarak gelişen sanat ve edebiyattır. Bir ülkedeki toplum biçimlerinin gelişmelerine paralel olarak gelişen edebiyatlar ve sanatlar, gerçek edebiyatlar ve sanatlardır. Ama her “gerçek” sanat ve edebiyat, “devrimci” değildir. Gerçek sanat ve edebiyatlar içinde, devrimci olan sanat ve edebiyatlar, ölmekte olanı değil, toplumun ileriye doğru gelişmesini engelleyeni değil, toplumun gelişme çizgisi içinde, devrimci olanı yani daha ileri ve üstün olan, gelecekte yaşayacak olan gösteren ve kitleleri devrimci gelişme doğrultusuna yönelten sanatlar ve edebiyatlardır. Belirli bir aşamada ve belirli bir yerde (yarı-bağımlı) bulunuyoruz. Gelişmiş kapitalist ülkelerin, emperyalist ülkelerin kültürleri, devrimci nitelikte olsalar bile, elbette bizim kültürümüzden farklı kültürlerdir ve bizim çelişkilerimizi doğru ve tam olarak yansıtmaktan uzaktır. Bu kültürün, edebiyatımıza ve sanatımıza tayin edici oranda etkisi, Batı taklitçiliği dediğimiz edebiyat ve sanatları doğurdu. Batı taklitçiliği, kendi iç dinamizmine bağlı olmayan bir üst-yapı etkilenmesidir ve bu bakımdan kısır ve kısır olduğu kadar hayattan kopuk ve devrimci olanı, geleceği, ortaya koymaktan uzaktır. Onun içindir ki, Batı taklitçiliği, sanat ve edebiyatımızı yozlaştırmıştır.
Gelişmiş kapitalist ülke kültürüne, niteliği ne olursa olsun, karşı çıkarken, bunun tayin edici oranda etkisine karşı çıktığımız unutulmasın. Bundan ayrı olarak, gelişmiş kapitalist ülkelerden gelen devrimci sınıflar ile egemen sınıfların kültürlerine karşı tutumumuz aynı şekilde olmayacaktır. Çünkü:
Emperyalist ülkelerde, egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda, onların egemenliklerini perçinleyen, güçlendiren kültürler vardır. Bunlar, gerek kitleleri devrimci mücadeleden saptırmakta, gerek devrimcileri yılgınlığa ve umutsuzluğa sevk etmektedir. İngiliz emperyalistleriyle savaşmış bir ulusun çocukları olan bizler, gene İngilizlerin Hindistan’daki sömürge savaşlarını yücelten filmleri alkışlamışızdır; yarı-bağımlı bir ülkenin çocukları olan bizler, Uzak Doğu’da emperyalizmin çıkarları için savaşan Amerikan askerlerinin başarılarını yücelten sahneleri kahramanlık olarak nitelemişizdir; kendi topraklarını, Hollandalı sömürgeciye karşı savunan Afrikalıyı, Fransız lejyonuna karşı çarpışan Cezayirliyi hor görmüşüzdür, vb… Emperyalist ülkelerin egemen sınıflarının çıkarlarını, bizim dünya görüşümüz haline getiren bu kültür, devrimci sınıfların ideolojisiyle çelişen kültürdür, devrimcilerin düşmanı oldukları bir kültürdür. Bu kültürlerle mücadele, çetin ve amansız bir mücadele, devrimci mücadelemizin ayrılmaz bir parçasıdır. 6. Filoya gösterilen tepki, bu karşı-devrimci kültüre karşı gösterilmemiştir, trafik yolları bu kültüre açıktır, hiç bir engelle karşılaşmadan yurdun en uzak köşelerine kadar girmiş ve oralarda yuvalanmıştır. Bu kültürlerle mücadele, esasta, ideolojik mücadeledir. Hem halk yığınlarının devrimci kültürlerini tahrip ederler,hem halk yığınlarının devrimci özlerini yılgınlığa, pasifliğe, çözülmeye götürürler, soysuzlaştırırlar. Ama, kötü etkileri, sadece ideolojik planda değildir; estetik plandaki etkileriyle de aynı zamanda mücadele etmemiz gerekir.
Etkilenmenin olumlu yönlerine gelince: Türkiye, yarı-bağımlı bir ülkedir. Yarı-bağımlı bir ülkede, proleter devrimcilerin devrim stratejisi, milli demokratik devrim stratejisidir. Milli demokratik devrim, dünya ölçüsünde emperyalizmi (dünya kapitalist sistemini) zayıflatan bir devrim olduğu gibi, ülke ölçüsünde sosyalist devrime giden yolda bir aşamadır. Bu bakımdan, milli demokratik devrim aşamasında, “milli” ve “demokratik” öz, enternasyonalizm ve sosyalizm ile çelişmemekte, aksine, geleceği bakımından sosyalizmi ve enternasyonalizmi bağrında taşımaktadır.
Gelişmiş kapitalist ülkeler sınıfsız toplumlar değillerdir; ve bu ülkelerde de büyük bir devrimci sınıf bulunmaktadır. Biz biliyoruz ki, milli demokratik devrim döneminde, yarı-bağımlı bir ülkede başlatılan bağımsızlık savaşına, gelişmiş ülkelerin proleter devrimcileri destek olurlar (ya da desteklemek onların devrimci görevleridir). Aynı şekilde, gelişmiş ülkelerin devrimci sanat ve edebiyatları, milli demokratik devrim aşamasında, devrimci kültürümüzle çelişmezler, etkileri olumludur. Gelişmiş ülkelerdeki devrimci sanat ve edebiyatlar, bizim devrimci sanat ve edebiyatlarımızla uyuşan, bağdaşan ve geleceğe uzanan perspektifi bakımından birbirlerini tamamlayan edebiyat ve sanatlardır. Onun içindir ki, emperyalist ülkelerden gelen her kültüre, zararlı gözüyle bakamayız. Emperyalist ülkelerden gelen ve devrimci sınıfın görüşünü ve özlemlerini dile getiren edebiyat ve sanatlar, devrimci kültürümüzün, ideolojik yönden tamamlayıcı unsurlarıdır.
İkinci noktaya geliyorum: ulusal kültürümüzün, kapitalizm-öncesi toplum biçimlerine tekabül eden kültürler karşısındaki durumuna.
Feodal ve yarı-feodal üretim ilişkilerinin üzerinde yükselmiş bazı kültürler vardır ki, devrimci sanat ve edebiyatlar, bunlarla uzlaşmaktadır. Hatta bunlardan yararlanabiliyor. Gene feodal kültürler var ki, bunlar, devrimci sanat ve edebiyatla tamamen çelişmektedirler. Bunlar nelerdir? Biliyoruz, ilkel komünal toplumdan sonraki toplumlar, sınıflı toplumlardır. Dolayısıyla feodal toplum biçimine tekabül eden her kültürü, o toplum biçimlerindeki egemen sınıfların çıkarları doğrultusundaki kültürler olarak kabul etmek haksızlık olur. Çünkü bu dönemde, egemen sınıflara karşı mücadele etmiş, özellikle köy emekçisinin özlemlerini dile getirmiş edebiyat ve sanatlar da vardır. Emekçi sınıfların kurtuluş özlemlerini dile getiren, egemen sınıflarla çatışan kültür ve edebiyatları, bugün hâlâ bu emekçi sınıfların kurtuluşu gündemde olduğu için ve İkincisi, kendi çağında da olsa devrimci nitelikte olduğu için, devrimci sanat ve edebiyatımızla bağdaşan, uzlaşan, tamamlayan ve onları perçinleyen kültürler olarak kabul ediyoruz. Bu bakımdan, köy emekçisinin feodal devletin baskısıyla çelişen mücadelesini yansıtan Pir Sultan Abdal’ı devrimci edebiyatın karşısına almıyoruz. Ama bir tekke edebiyatını, devrimci edebiyatın karşısında görürüz. Feodal devletin egemen sınıflarının dünya görüşünü, estetik zevklerini dile getiren divan edebiyatını, ulusal edebiyatla bağdaştırmamıza da imkân yoktur. Feodal egemen sınıfların çıkarları doğrultusundaki kültürler, etkinliklerini muhafaza ettikleri oranda, devrimci kültürün karşısındaki kültürlerdir.
4-Konumuz, devrimci kültür cephesi. Devrim, biliyoruz; devrimci, onu da biliyoruz. Fakat bilgilerimizi özetleyelim:
Marx, “Feuerbach Üzerine Tezler”inde der ki: “Filozoflar dünyayı türlü biçimlerde yorumlamakla yetindiler, mesele onu değiştirmektedir”. Dünyayı değiştirmek, temelde, üretim ilişkilerini ve bu üretim ilişkilerine tekabül eden siyasi ve hukuki üstyapıyı değiştirmektir. Devrim bu. Devrimci ise, dünyayı değiştirmek için mücadele eden insandır. Bu mücadelenin çeşitli şekilleri vardır. Bu mücadele, çeşitli alanlarda, çeşitli şekillerde yapılır. Ama şu noktayı belirtmeye ihtiyaç var: bilimsel sosyalizmi bilen birisi devrimci sayılır mı? Örneğin Hıristiyanlığı bilen birisi, Hristiyan sayılır mı? Elbette hayır. Hristiyanlığı bilmek ayrı şey, Hristiyan olmak ayrı şeydir. Bilimsel sosyalizmi bilmek, tek başına bu, devrimci olmak demek değildir. Bilimsel sosyalizm-mi benimsemiş olmak da devrimci mücadeleye katılmış olmak demek değildir. Çünkü benim bilimsel sosyalizmi sadece bilmiş olmam, onu doğru diye benimsemiş olmam, dünyayı değiştirmeye yaramıyorsa, benim devrimci mücadeleye bir katkım olmuyor demektir. Aynı zamanda, dünyayı ileriye doğru değiştirmek için mücadele etmemde gerekir. Bunun için mücadele etmiyorsam veya bir mücadele içinde bulunsam bile, doğru devrimci bir eylem içinde değilsem, ben, devrimci sayılmam.
Ulusal kültür cephesinin tespitinde bize yararı olacağı düşüncesiyle, burada bir-iki noktaya değineceğim: Bazı devrimci eylemleri, “anarşist eylemler” olarak niteleyenler var. Anarşist nedir? Anarşist, en basit tanımıyla, yıkan, ama yerine hiç bir şey koymayan insan demektir. Proleter devrimciler, üretim ilişkilerini değiştirmek isterler. Fakat yerine yeni ve üstün bir üretim ilişkisini koymak üzere. Proleter devrimciler, siyasi ve hukuki üst-yapıyı değiştirmek isterler. Yerine yeni ve üstün olanını koymak üzere. Onun için, anarşist hareketler ile proleter devrimci hareketleri birbirine karıştırmamak gerekir. Ama proleter devrimciler, bu amaçlarına bir anda ve bir hamlede erişemezler. Bu süreç bazen uzun bir süreyi kucaklar. Bu süre içerisinde, mücadeleler yer yer, parça parça ortaya konabilir. Bazen teorik meselelerin açıklanmasıyla, bazen eylem içinde, bazen grev şeklinde, bazen boykot şeklinde vb. ortaya konur, çelişkiler halk kitlelerine ulaştırılır. Elbette bu arada taktik yanlışlar da yapılabilir. Taktik yanlışlar olması ayrı şey, anarşist eylemler ayrı şeydir. Bu bakımdan devrimci eylemleri, örneğin devrimci öğrencilerin eylemlerini, anarşist eylemler olarak nitelemek yanlıştır. Bunu, aşağıda, aynı şekilde, edebiyat ve sanat için de uygulayacağız. Diğer bir nokta, sağ ve sol sapma meselesi. Devrimci odur ki, önündeki devrimci aşamayı ve bu aşamaya varacağı yolu ve devrim anını doğru tespit eder. Devrim anı gelmeden devrime kalkışmaz, devrim anı geldiği zaman devrimden kaçmaz. Devrimci aşamayı ve bu aşamaya varacağı yolu doğru tespit edememek, yanlış bir strateji izlemek, devrimcilik değil, oportünizmdir. Sol sapma içinde olanlar, devrim anı gelmeden devrime kalkışan maceracılardır. Sağ sapma içinde olanlar devrim anı geldiğinde devrimden kaçanlardır. (Bu sapmalar, devrim sürecinin tümü için söz konusudur.)
Diyelim, edebiyatçı ve sanatçı devrimci teoriyi bilmemektedir, ya da yanlış bir teoriyi benimsemiştir. Anarşisttir; oportünisttir. Bu teori üzerine kurduğu edebiyat ve sanat eseri, bir eylem olarak, doğru devrimci bir eylem değildir. Ve ondan sonra (bu sanatçılar “sosyalist” geçindikleri için) şöyle konuşulur: bu sanatçılar da devrimci değil mi? Hemen şunu belirtelim ki, devrimcinin, nasıl aynı zamanda emperyalizmle birlikte, oportünizmle de mücadele etmesi gerekiyorsa, devrimci, emperyalist kültürle mücadele ederken, oportünist edebiyatçı ve sanatçıyla da, anarşist edebiyatçı ve sanatçıyla da vb. aynı zamanda mücadele edecektir. Doğru bir teori olmadan doğru bir eylem olamayacağı gibi doğru bir teoriye sahip olmayan edebiyatçının veya sanatçının da eylemi olan edebiyatını ve sanatım, devrimci bir edebiyat ve sanat olarak niteleyemeyiz.
Bu konuda sözlerimi bitirmeden önce bir noktaya daha değineceğim: küçük-burjuvaziyi, milli demokratik devrimde müttefikimiz olarak görüyoruz. Fakat bu arada bir noktayı belirtmeyi de unutmadık: bugün küçük-burjuvazinin bazı kesimleri yabancı sermaye ile temasa gelmiştir. Küçük-burjuvazinin içerisinde, az da olsa, yabancı sermaye ile temasa gelmiş unsurlar vardır. Küçük-burjuvazinin diğer özellikleri kerelerce belirtilmiştir: küçük-burjuvazi mütereddit, kaypak, sallantılı, bir sınıftır. Burjuvazi ile proletarya arasında, devrim ile karşı-devrim arasında bir o yana, bir bu yana yalpalayan bir sınıftır.
Küçük-burjuva ideolojisine sahip sanatçılar ve edebiyatçıları da, küçük-burjuvazinin bu özelikleri içinde düşünürüz. Küçük-burjuva ideolojisini benimsemiş sanat ve edebiyatçılar içerisinde, aynı şekilde, uluslararası sermaye ile değil, tekelci sermaye ile değil ama, yabancı edebiyat ve sanatlarla, daha doğrusu emperyalist sanat ve edebiyatlarla temasa gelmiş, onların etkisinde kalmış, onları benimsemiş unsurlar mevcuttur. Nasıl ki, küçük-burjuvazi, bugün devrimde öncü sınıf olamazsa, devrimci sanat ve edebiyatın yaratılmasında da, küçük-burjuva ideolojisini benimsemiş sanat ve edebiyatçının öncü olabileceği söylenemez. Ama, küçük-burjuvazinin milli bir niteliği de vardır; yani ulusal bağımsızlık döneminde, ulusal bir edebiyatın yaratılmasına katkıda bulunan, bağımsızlığı savunan, demokratik özgürlükleri savunan, küçük-burjuva ideolojisini benimsemiş edebiyat ve sanatçılar vardır, ki bunlar, bizim müttefikimizdirler. Bu noktaları, belirli ölçüler içinde gözden kaçırmamak ve milli demokratik devrim aşamasında bizim müttefikimiz olan küçük-burjuva edebiyatçılarla, gene aynı sınıftan olup küçük-burjuvazinin korkaklığını, ürkekliğini, yılgınlığını dile getiren edebiyatları birbirinden ayırmak, küçük-burjuva sanatçılara eleştirilerimizi yöneltirken, bu noktaları dikkate almak gerekir.
5-Toplum biçimleri sürekli bir oluş ve değişiş içindedir ve toplum biçimlerine tekabül ettiğini söylediğimiz kültür, sınıflı toplumlarda, üretim ilişkilerinin ve sınıfların niteliğine göre farklı değişikliğe uğrar. Değişmeye karşı daha çok direnen üretim alanlarında, geleneklere daha bağlı kalındığı halde, değişmeye elverişli üretim alanlarında yeni kültürler daha çabuk benimsenmektedir. Örneğin geleneksel tarza daha bağlı olan tarım alanında, köylüklerde, kökünü köy yaşama tarzından alan kültürler değişmeye karşı direnmektedirler. Esnaf ve geri teknolojiye bağlı zanaat kollarında, kökünü geleneklerden ve dinden alan kültürler, varlıklarını dirençle sürdürmektedir. Modern sanayi alanlarında bunun tersi olmaktadır. Burjuvazi, gelenek ve inançlarını çabuk yıkmış, ama bu yıkılan kültürün yerini, ülkemizde, kozmopolit bir kültür almıştır. Sınıfsal niteliği bakımından sonuna kadar devrimci olan, dolayısıyla devrimci kültür değişmelerine karşı son derece hazır bulunan sanayi proletaryası, teknik ve kültürel gelişme İmkânlarına burjuvazi kadar sahip bulunmadığı, ve bir bakıma bir kökü köyde bulunan çevreden tamamen kopmadığı vb. için, bugün, proletarya saflarında devrimci kültür ile gelenek ve inançların çatışmasını izlemek mümkündür.
Proleter devrimciler, bir yandan geniş halk kitlelerini devrimci kültürle donatıp silahlandırırken, diğer yandan emperyalist kültürle, gerici kültürle, oportünist ve anarşist kültürle, saflarımıza ürkeklik ve yılgınlık yayan küçük-burjuva kültürlerle mücadele edecektir. Bunu yaparken, bağnazlığa kapılması tehlikesine, geçmişin bizim için gerekli ve faydalı mirasını ve insanlığın ortak kültür hazinesini zararlı kültürlerle bir tutma tehlikelerine dikkati çekmek gerekir. Onun için, emperyalist de olsa gelişmiş ülkelerin devrimci sınıfından gelen kültür ile, aynı ülkenin egemen sınıflarından gelen kültürü; köklerini kapitalizm-öncesinden alan ve fakat genel olarak köy emekçisinin özlemlerini dile getiren kültür ile aynı toplum biçimlerinden köklerini alan egemen sınıfların kültürünü; bağımsızlık için, demokratik özgürlükler için mücadele eden küçük-burjuva kültür ile, ürkeklik ve yılgınlık taşıyan küçük-burjuva kültürü; devrimci kültür ile anarşist ve oportünist kültürleri birbirlerinden ayırmasını bilecektir. Kültürlerin birbirlerini etkilediğini, kültürler arasında kesin, kolay seçilir sınırlar olmadığını bilerek. Ama, esas olarak bileceğimiz şey şudur ki: karşı kültürlerle mücadele, milli demokratik devrimin ayrılmaz bir parçasıdır.. Emperyalist kültürleri söküp atmak, gerici ve karşı-devrimci kültürleri boğarak, tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiyeyi kurmakla birlikte gerçekleşir. Şöyle bir şey düşünemeyiz ki, milli demokratik devrim henüz gerçekleşmemiş olsun, kültür savaşının bu devrim aşamasına tekabül eden meseleleri tamamlanmış olsun… Kültür savaşı, milli demokratik devrimin cephelerinden birinde, kültür cephesinde sürdürülecek savaştır. Temelde İktisadi bakımdan bağımsız olmayan bir ülkenin kültürü kendi benliğine kavuşamaz; demokratik özgürlükleri sağlayacak iktisadi bir temelin gerçekleşmediği bir ülkede, halklar kendi öz kültürlerine tam olarak kavuşamazlar.
Kaynak: Aydınlık Sosyalist Dergi, 24.Sayı, Ekim 1970.
Sevgili Canlar, yoluna ve ikrarına bağlı olan her Alevi kendisini Alevi Haber Ağı’nın doğal bir muhabir olarak görmelidir.
Oturduğu mahallede, okuduğu okulda, çalıştığı iş yerinde, üyesi olduğu Cemevi’nde ve sokakat haber niteliği taşıyan her durmla ilgili bize görsel veya yazılı haber göndermelidir.
Bu istemimiz Alevi kurum yöneticilerimiz içinde geçerlidir.
Alevi Haber Ağı: Gerçekleri yazacak… Geçekler yazılırken sende katkını sun can…
Saygılar, sevgiler