Solun krizi

– Oğuzahan Kayserilioğlu –
Tarih onu rolünü oynamak için yeniden sahneye çağırdığı bir dönemde, sol güçler kriz içinde.
Daha da kötüsü, yerel düzey söz konusu olduğunda, sol güçler, kendilerini çıkmaz sokaklarda koşturmaya mahkum eden krizlerinin farkında bile değiller.
Solun yaşadığı krizin küresel derinliği, ilkin, 70’lerde başlayan kar oranlarının düşme eğilimine karşı üretilen politikaların sistemde yarattığı geniş çaplı dönüşümlere sınıf hareketinin bakış açısından bütünlüklü cevap üretmede yaşanan yetmezliklerden oluşuyor.
İkincisi, kriz 89 – 90’da reel sosyalizmin çözülüşü gerçeğinden de besleniyor.
Çöküşün sebeplerinin anlaşılması ve sınıf hareketinin bilinci ve davranışında yarattığı çok yönlü depremin yarattığı hasarların aşılması çabaları, henüz herkes tarafından görülüp meşruluk kazanan bir sonuç yaratamadı.
Yerel düzeyde ise, ilkin, her dönem bir biçimde egemenlere ait farklı fraksiyonların güncel tutumlarından “umut” besleme biçiminde kendisini gösteren bir gerçeklik var:
Sol, kendisini, egemenlerden bilinç ve davranış düzeyinde bağımsız bir tarih – yapıcı bir özne olarak inşa edemiyor.
İkincisi, solun, özgün bir tarihten çıkıp gelen “yerelliğini” kavramaktaki yetersizliğidir.
Bu yetersizlik, kapitalizmin doğumuna ebelik yaparken sistemin gündemleştirdiği özgün evrensel değerlerin oluşmasına da öncülük yapan Batının kaçınılmaz olarak doğuş coğrafyasına ait yerel izler de taşıyan bakış açısını aynen kabullenme ya da tersinden, sırf coğrafi farklılıktan dolayı sistemin evrensel belirlenimlerinin coğrafyamızda geçerli olmadığı bönlüğüne savrulma biçiminde kendisini gösteriyor.
Eh, epey yüzeyde gezinmekle yetindikleri için böyle dertleri hiç olmayan irili ufaklı öbekleri de ayrıca vurgulamak gerekiyor; bunlar tam da bu türden dertleri olmadığı içindir ki gelgeç olmaya mahkumlar, öyle de oluyorlar.
Güncel olarak da, tarihin ender anlarında yaşanan ve şimdi gerçekleşen “öne çıkma” ve kendisini egemenlere dayatma fırsatı değerlendirilemiyor.
Özellikle, günümüzdeki kaotik ortamın önünü açtığı “çoklu iktidar” ortamına halkçı – demokratik seçeneği dayatmıyor – dayatamıyor olması, solun krizini derinleştiriyor.
Acil ihtiyaçlarının zorlamasıyla “kopuş” denemeleri yapan halk güçleri bir “öncü” tarafından desteklenmediği için yeniden sistemin içine sürüklendikçe; böylesi bir tarihsel momentte bile rolünü oynayamayan sol, anlam ve değer kaybına uğrayarak boşluğa sürükleniyor.
1989 – 90 kırılması
Kritik bir moment olan 89 – 90’a göz atarak başlayalım.
Sol, 80’lerin başındaki 12 Eylül darbesinin faşist terör koşullarında ağır darbelerle epey zayıflamış olsa da, bir biçimde kendisini sürdürmeye çalışıyordu.
85-87 arasındaki yoklamalarla ise, yeniden çıkış denemeleri yapılıyor ve devletin cevabı olarak hızla devreye sokulan devlet terörüne rağmen kimi kazanımlarla yola devam ediliyordu.
Nisan 1987’deki öğrenci hareketleri, Kazlıçeşme’de deri işçilerinin ve Netaş’ta metal işçilerinin direnişleri, solun canlanmasına can suyu olup moral vermişti. Sonraki 2 – 3 yılda gerilla hareketinden toplumsallaşma seviyesine sıçrayan Kürt halk hareketinin varlığı ve Zonguldak maden işçilerinin direnişi de güç veren yeni ivmeler olmuştu.
Ancak, 1989-90 yıllarında reel sosyalist sistemin kapitalizme çözülmesi, yaşandığı andaki yumruk etkisiyle sonrasında da gittikçe ağırlaşarak kendisini var eden sosyalizmin itibar ve anlam kaybıyla, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de solun çekim gücünü darbeledi ve sahici bir seçenek olmadığı – olamayacağı doğrultusunda özel bir ruh hali – moralsizlik ortamı yarattı.
90’larda, henüz yeni yaşanmış olan “çözülüşün” yarattığı “yenilgi” bataklığında sürekli dibe çekilen sol, zamanla unutulacak bir “geçmiş zaman hikayesi” konumuna doğru sürükleniyordu.
O dönem yaşanan ÖDP deneyi, başlangıçta umut yaratsa ve gerçekten de daha geriye düşmeyi önleme ve yeniden çıkış için güç toplama potansiyelini taşısa da, ana bileşenleri olan Dev-Yol ve Kurtuluş’un tarihsellik düzleminde hiçbir iktidar bilinci ve anlam taşımadan sırf kendilerini parlatmaya çalıştıkları ahmakça didişmeleriyle dağılınca, yarattığı umutları yerle bir ettiği gibi, 60’lı 70’li yıllardan kalıp her şeye rağmen süren sola yönelik güven duygusunun son parçalarını da yok etti.
Her şeyin yeniden yaratılması gerekiyordu.
11 Eylül sonrasında emperyalizmin Irak’taki vahşet gösterisi ve azgınlaşan neo liberalizmin yoksullaştırma pratikleri, solu yeniden sahneye çağırdı.
2008 krizi ise, marksizmin değerini yeniden arttırdı.
O arada farklı coğrafyalarda yaşanan şehir odaklı isyanlar da 90’lardaki moral bozukluğunun dibe çekici etkilerini azaltıyor, tersine halkın neo liberal soyguna ve diktatörlüklere karşı mücadelesi üzerinden yeni bir sol dalganın/yükselişin yaşanabileceği inancını güçlendiriyordu.
Sol uzun süren ağır yenilgi yıllarından çıkmaya, dünyaya yeniden umutlu gözlerle bakmaya, bir yeniden doğuş için fırsatları yoklamaya başlamıştı.
Gezi’nin tuttuğu aynadaki görüntü
2013 Haziran/Gezi ayaklanması, Türkiyeli sol için muazzam bir fırsat olarak patlayıverdi.
Gelin görün ki, o tarihten bugünlere, beklenenin tam tersi oldu ve en son 2019 1 Mayıs gösterilerinin de gösterdiği gibi, sol gittikçe zayıfladı.
Akıp giden zaman içinde hangisi öne çıktıysa, egemenlerin “ulusalcı” ya da “liberal” güç alanlarının şemsiyesi altına rahatça girivermeyi ya da tersinden nesnellikten kopuk bir irade fetişizmini, birbirini doğurup – besleyen kalıcı bir genetik özellik olarak sürekli yeniden üreten sol, halkın mücadelesine güç verecek ve halkçı-demokratik ve sosyalist güçlerin ortaklaşabileceği bağımsız bir siyasal zemin yaratamıyordu.
Evet, “kral çıplak”, beklenenin tam tersine sol Gezi’den sonra güçlenmedi, zayıfladı.
Adeta çıkmaz bir sokakta telaşla koşturulduğu Gezi’nin tuttuğu aynada açığa çıkıvermişti.
Gezi isyanın muazzam gerçekliği, kendi gittikçe daralan dünyasında kimi zaman inatla, umutla, bazan de öylesine çaresizce görev bilinciyle koşturan solu gafil avlayarak kendisiyle yüzleştirmişti.
Gezi’nin sahiciliği ve içinden çıkıp gelen çok yönlü ve karmaşık ihtiyaçları karşısında apışıp kalan sol, Gezi’de “katılma” tutumundan daha yüksek bir tutum üretemedi.
Kapsayıcı ve ön açıcı bir tutumla davranarak halkın hareketini uygun bir halkçı-demokratik siyasal hedefe yönlendirmek, direnme eğiliminden korkmak yerine sahip çıkmak ya da aynı direnme eğilimini suni “kahramanlık” zorlamalarıyla tüketmek yerine kalıcılaşabileceği bir seviyede tutmak, kalıcılaştığı bir tarihsel süreçte Gezi’nin eksiklerini sanayi işçileriyle ve Kürt halkıyla uygun ilişkiler kurarak giderip güç kazanacağı bir kanalda hareket etmesini sağlamak başarılamadı.
Evet, bu tutumların o günün koşullarında hızla üretilmesi çok zordu; ama, sorun sadece o zorluklar olsaydı belki aşılabilirdi, daha temel bir durum vardı: Sol, kendi zaafları içinde tam anlamıyla boğulmuştu ve tarih içinde oluşmuş olan genetik yapısı onun yaratıcı bir hamleyle kendisini aşmasını engelliyordu.
Gezi, “eksik” bir halk iktidarı girişimiydi ve ilk anda kendiliğinden oluşuverdiği haliyle içinde barındırdığı belirleyici eksiklikleri yüzünden hedefine varması oldukça zordu.
Ancak, eksiklerine rağmen henüz başlangıcında bile, Gezi, halkın pek de bilincinde olmadan deneye – yoklaya kendisini bir özgürlükçü bir toplumsal güç alanı olarak inşa etmesine, o inşa faaliyeti sürdükçe de – sürebildiği oranda kendi ihtiyaçlarının bütünsel – komleks yapısını keşfederek peşine düşmesine ve böylesi bir mücadele süreci içinde kendisini sürekli yeniden örgütlemesine gebeydi/güdülüydü.
Peki, zaten halkın iktidarlaşması bundan başka bir şey midir?
Başlangıçtaki eksikliklerin böylesi bir sürecin içinde giderilebileceği açık değil mi?
Üstelik, Gezi, evet, esas olarak halkçı-demokratik bir hareketti, ama aynı zamanda günümüze özgü bir sosyalist zeminin önemli bazı ögelerini de fiilen açığa çıkartmıştı:
Ortaya çıkmasını tetikleyen ekolojik yıkıma yönelik tepki sosyalizmin yeniden ayağa kalkışının “yeni” bir ögesini parlatırken; önde olan kadınlar ve işçi sınıfının yeni bileşenleri sosyalist mücadelenin yeni öznelerini gösteriyor; olayın içinde kendiliğinden oluşan örgütsel yapısı ve davranış biçimleri de mücadelenin yeni bazı örgütlenme ve mücadele biçimlerini açığa çıkarıyordu.
Aslına bakılırsa, Gezi’de halk ayaklarıyla sokaklarda koşarak yeni bir devrimci zeminin eskizlerini yapıyordu.
Peki, Marksizmin kendisine yüklediği zengin ve derin bakışla, gerçekliğin bu yeni potansiyellerini çok önceden görerek kendisini o gerçeklikten çıkıp gelmeye yazgılı Gezi benzeri halk hareketlerine uygun zeminde kurması gereken sol ne yapıyordu?
Daha da ötesinde, Lenin’in özellikle vurguladığı üzere, “bekleyerek” değil “önceden görerek”, gerçekliğin içinde bir potansiyel olarak var olan böylesi hareketlerin önünü uygun tutumlarla bizzat kendisi açıp – gerçekleşmesine öncülük yapması gereken sol ne yapıyordu?
İçindekilerin büyük çoğunluğuyla sol, derinlikli, çok yönlü ve zengin bir bakışa sahip olmadığı için önceden zaten göremediği gerçekliğin Gezi’de ortaya çıkan “yeni” olguları karşısında apışıp kalırken, içinden bazıları daha da ileri giderek oluşan halk isyanına kendi zavallı – cüce gerçekliğini dayatmaya çalışıyordu. Barikatları silahlandırma ya da tersinden “eksikliklerini” bilmişçe ve keyifle göstererek halkın isyanını küçümseme gibi uç tutumlar hızla şekillenirken, nispeten “büyük” sol güçlerin örgütlemeye çalıştığı “bitse de evimize gitsek” tutumu hakimiyet kurmaya çalışıyordu.
Gezi, şayet 16 gün ve sağlıklı bir şekilde sürebilmişse, bu durum (elbette katkısı olsa da) solun gücüyle değil, esas olarak katılımcı halk güçlerinin geliştirdiği günlük tepkilerle sağlanmıştır. Solun içinden sağlıklı yaklaşabilen ama etki alanı zayıf olan 2-3 hareketin çırpınmaları, halkın içinde etki yaratabilecek bir güce sahip değildi.
2019 1 Mayıs’ı ve İmamoğlu’nun tuttuğu ayna
İşte, katılımcıların sayısının sol güçlerin kortejlerinden kat be kat fazla olduğu 2019 1 Mayıs’ı, 2013 de başlayan bir sürecin güncel aşamasıdır:
Sol, ihtiyaçlarının peşinde hareketlenen toplumsal güçlerin gerisinde!
Sol, yaşananları kavrayıp uygun zemine yerleşmek yerine, kendi açmazlarının içine gömülmüş ama kendine sevdalı bir konumlanmada ısrar ediyor, ısrar ettikçe de gerçekliği kavramadaki eksikliği onu gerçeklikten koptuğu bir konuma sürüklüyor.
Sonuçta, gerçekliğe kendisini dayatanları gerçeklik ezip geçiyor.
Sol siyasi güçlerin bilinçli bir öncü tutumla yapması gerekeni, yani, “bataklık” olarak saptanabilecek kendi tarihinin 3. dönemini bitirip 4. dönemi açma becerisini, sokaklarda yürüyerek bizzat halkın kendisi yaptı; gelin görün ki, sol güçler halkın öncülük yaparak açıp önüne koyduğu yeni döneme girmemekte direniyor, kendi cüceliğini – dar kalıplarını halka dayatmakta ısrar ediyor.
Elbette, solun çabaları böylesi bir halk hareketinin güç kaynağı oldu, halkın hareketi solun açtığı kimi patikaları kullanarak hareket etti – ediyor, ama halk solun kendisinin önünü tıkayan tutumlarını da fiilen ezip geçti – geçiyor.
Sol her ne kadar halkın eylemine katılıp elinden geleni yapıyor olsa da, kendine düşen dersi almadı, almamakta da hala ısrarlı hatta oldukça kararlı!
En son İmamoğlu gerçekliğine yaklaşımda da, aslında Gezi’de üretilen tepkilerin güncellenmiş halini görüp yaşıyoruz.
Evet, faşizmin kurumsallaşma sürecinin önünü kesmenin bir yolu olarak Binali Yıldırım’ın kazanmaması için İmamoğlu’na oy verilmesi gerekiyor.
Peki, bu “zorunlu” güncel tutum, neden kendi gelgeç konumunun hak ettiği kadar yer kaplama yerine sol güçlerin bütün bilinci ve davranışı üzerinde hızla hegemonya kurabiliyor?
İmamoğlu’nun ya da bir başkasının değil aslında Gezi’nin ilk ivmesini verdiği halk hareketliliğinin bir sonucu olarak şekillenen faşizmi geriletme imkanı, “gün bugündür” denilerek, neden halkın inisiyatifini yerel meclislerde örgütleyerek güçlendirecek bir tarzda kullanılmıyor da, son tahlilde halkın demokrasi arayışını sisteme içererek sönümlendirmeyi hedefleyen İmamoğlu’nun parlatılmasına hizmet edecek bir tarzda yürütülüyor?
Geçmişte, solun liberal kanadı, devletin Ordu merkezli yapısını dağıtarak demokrasinin gelişeceği koşulları oluşturabileceği umuduyla, Erdoğan diktatörlüğünün önünü açan “yetmez ama evet” tutumunu geliştirmişti, şimdi de sıra “yetmez ama İmamoğlu” sloganına mı geldi; bu sefer hem de liberali ulusalcısı el ele!
Engel nedir?
Peki, sıra ne zaman halka gelecek, engel nedir?
Egemen sınıfların farklı fraksiyonlarının farklı tutumları ve iç gerilimleri ne zaman solun bütün gücüyle birisine karşı diğerini destekleyeceği büyülerinden arındırılabilecek, engel nedir?
Özellikle de, onca baskıya rağmen, öyle ya da böyle fiilen yaygın bir direnişler ağı içinde hareket halinde olan halk güçlerinin kendi ihtiyaçlarının merkeze alındığı ve ısrarla örgütleneceği tutumlar, ne zaman hiçbir zaman ötelenemeyecekleri bir “dokunulmazlık – büyü” kazanacak, engel nedir?
Evet, elbette “steril” bir tutumdan bahsetmiyoruz; politika sürekli çubuk bükülerek, eğilip – dikelerek, ittifaklar kurularak, şimdi olduğu gibi gerektiğinde zorunlu destekler verilerek ya da alınarak yürütülen bir sanattır; ama, bütün bu tutumları etrafında toplayıp dengeleyen bir omurga ( halkın ihtiyaçlarını merkezine koyan ve asla ertemeden bu merkezin pratiğini sürekli yürüten bir bilinç ve örgütlenme) olmaksızın hiçbir taktiğin halkçı- devrimci bir sonuç üretemeyeceği neden anlaşılmıyor, engel nedir?
İşte, Gezi’den sonra şimdi de bir kez daha çok açık görülüyor ki, engel “dışımızdaki” başka bir şey değil, bizzat solun kendisidir.
Sol, sınırsız emek verebilmekte, en vahşi baskılara direnebilmekte, her şeyini kaybetmeyi göze alarak ve kimi zaman da kaybederek büyük kahramanlıklar gösterip parıltılı atılımlar yapabilmekte; ama, başka bir şeyi değil halkın ihtiyaçlarını merkezine yerleştirdiği, devletin ve sermayenin bütün fraksiyonlarından bağımsızlaştığı ve sistemi karşısına alıp başka bir dünyanın inşasını pratiğinin omurgası yaptığı devrimci bir zeminde kendisi olmayı/ kendisi olarak yalnız kalmayı/ yalnız kendisinin yürüyebileceği yollarda yalnız kalarak yürümeyi göze alamamaktadır.
Hele günümüzün yakıcı ihtiyacı olan yürüyeceği yolu da kendisinin keşfetmesi zorunluluğu, sola büsbütün yabancı gelmekte; sol, toplumsal pratik tarafından çoktan “geçersiz” damgası vurulmuş elindeki hazır pseudo – reçetelere sımsıkı sarılarak “durumu idare etmekten” başkasını yapamamaktadır.

Sevgili Canlar, yoluna ve ikrarına bağlı olan her Alevi kendisini Alevi Haber Ağı’nın doğal bir muhabir olarak görmelidir.
Oturduğu mahallede, okuduğu okulda, çalıştığı iş yerinde, üyesi olduğu Cemevi’nde ve sokakat haber niteliği taşıyan her durmla ilgili bize görsel veya yazılı haber göndermelidir.
Bu istemimiz Alevi kurum yöneticilerimiz içinde geçerlidir.
Alevi Haber Ağı: Gerçekleri yazacak… Geçekler yazılırken sende katkını sun can…
Saygılar, sevgiler