İNSAN OLAN KIYABİLİR Mİ BİR CANA
Hayat, bir döngünün ortasında kimi zaman sevginin bütün renkleriyle buluştururken insanı, kimi zaman da o renklerin her biriyle savaştırır.
Çocuksun büyürsün, genç bir kız olursun ve aşık olursun ya da o duyguyla hiç tanışmadan birinin eşi. Üstelik, bir de iyi birine de denk gelmemişsen, bahar mevsiminde dahi hep kışı yaşarsın. Ruhun ve yüreğin daima üşür. Isınamazsın bir türlü. Kalbini mahkum edenlerin arasında dolanır durursun. Ve sana ait olmayan bir hikayenin içinde, asla kendini bulamazsın, kendine ait kalamazsın.
Öyle bir hayatın içinde çırpınmak nafile, etrafın sarılmıştır çünkü. Kendin seçtiğin değil, senin adına seçilen o hayatı, uzaktan izleyen ama oraya asla ait olmayan bütün hayallerini, kürtaj yapan birine dönüşürsün zamanla. Yıllardır kendinle beraber büyüttüğün bütün güzel şeyler, bir yaraya dönüşmüştür artık. Kanadıkça kanar her defasında. Ve kanadığını hiç kimse görmez, görmek istemez belki de. Tenin, ruhun, yüreğin ve umut kokan o ışıl ışıl gözlerin, vahşice yağmalanır ve söner gider zamanla. Cılız ve mecburi bir yaşamdan ötesi kalmaz sana. Kangren olmuştur artık umutların. Kesip atmaktan öte çare kalmamıştır. Çünkü; İnsan kendine ait hissetmediği bir hayatın içinde sürgündür. Ve eşitim diyemediği bir insanda ise rehine…
İşte tam da böyle bir hayatın içinden akıp gitmişti sokaklara Sara…
Acıması yoktu bu köhne zamanların. Avucuna aldığını boğardı. Zehir ederdi doğduğu günü. Bunu, yaşadığı onca zamanın içinde tecrübe edinmişti Sara. Küçük yaşına rağmen, uzun siyah saçlarına aklar düşmüştü. Gözlerinde sadece çocuklarına dair irili ufaklı umut kırıntıları vardı. Yüzünde yaşadıklarının izleri duruyordu. Doğduğu günden bugüne kadar yaşadıklarını durmadan hatırlatıp duran o izler… Ve en çok da etrafında akıp giden kalabalığın içindeki kimsesizliğini haykırıyordu yüzüne… Ve sağır eden o çürük sessizliği…
Mevsim bahardı. Ama baharın o hoş esintisine rağmen, gece, kış ayının dondurucu ayazından farksızdı. Üşüyen
bedeni değildi Sara’nın. Ruhu üşüyordu, kimsesizliği, sahipsizliği, çaresizliği… Yüreği ise buz kesmişti artık.
“Ahhh şu çocukları olmasa”… Sevmenin, sevilmenin ne demek olduğunu dahi unutmuştu bunca acının içinde. Ama ona hala güzel şeylerin var olduğunu hatırlatan çocukları vardı. Onlar için, yüzündeki tebessümü ve kalbindeki sıcaklığı, merhameti hep saklı ve canlı tutuyordu. Kimseye de kolay kolay göstermiyordu. Onu da ondan çalmalarından korkuyordu çünkü. Tutunabildiği bir tek onlar kalmıştı. Çocuklarının yüzünde bıraktığı o gülümsemeye asılıydı artık umutları. Sıkı sıkıya tutunmaktan başka çaresi yoktu. Pes etmek yoktu. Kadınları da erkekleri de doğuranın kendisi olduğunu hiç unutmadan. Onsuz hiç bir şeyin var olamayacağının bilincini kaybetmeden sarılıyordu, elinde avucunda kalan o son kırıntılara….
Yine o can sıkıcı günlerden biri daha… Gökyüzü çıldırmıştı adeta. Nisan, bütün şiddetiyle yağıyordu onların üzerine. Gece ise, kapkaranlık bulutlara gebeydi. Yere düşen yıldırımlardan başka, etrafı aydınlatan hiçbir şey yoktu. Deyim yerindeyse ölüm sessizliği hüküm sürüyordu sokaklarda. Sanki zalim bir korku esir almıştı bütün kenti. Çıt çıkmıyordu kimseden. Kapılar sıkı sıkıya kapanmıştı. Kimsecikler yoktu etrafta. Ölüm onların üzerine bütün kinini kussa, kimse oralı olmayacak. Öylesine keskin bir vurdumduymazlık ve sessizlik var etrafta. Sokak kedileri dahi terk etmiş oraları. Hiçbiri görünmüyor ortalıkta. Gecenin karanlığını fırsat bilip çöpün dibini karıştıran Sara ve üç çocuğundan başka. Günün sonunda arta kalanları toplama telaşındalar. Başka çareleri de yok zaten.
Daha 15’indeyken vermişler, kaba saba, lanet mi lanet ve kendisinden yaşça çok büyük bir adama. Peş peşe doğurduğu üç çocuktan sonra, kocası denen adam, bir gece ansızın terk edip gitmiş bir başka kadına. Haberi dahi olmamış, olamamış Sara’nın…
Anlamamış bile olup bitenleri. Hem nerden anlayacaktı ki, bir apartmanın bodrum katında, hapsedildiği iki göz odalı bir evin içinde. Çocuk doğurmaktan, dayak yemekten, hor görülmekten, aç kalmaktan fırsat mı kalmış… Terk edildikten iki gün sonra anlamış. Ev sahibi de evden çıkarınca, sokakların yolunu tutmuş üç çocuğuyla beraber. Kötü de olsa, bir süredir üzerlerini örten o dam bile terk etmiş onları. Gökyüzünün altı, onun ve çocuklarının evi olmuş. Mavi gökyüzünün insafına kalmışlar artık…
Üzülmüyor, üzülemiyor daha doğrusu. Çünkü yaşadığı her iki hayatın da birbirinden hiç bir farkının olmadığına inanıyor haliyle. En azından, ona zulmü reva gören o adama boyun eğmeden tek başına verdiği mücadelenin derinliğine ve büyüklüğüne inanıyor. Üstelik “Kefenle dönersin ancak” sözlerinden sonra, döneceği bir baba ocağı da olmayınca…
“Ahhh şu çocuklarım olmasa nasıl dayanırım, onlar için ayakta durmaya çalışıyorum” diyerek özetliyor kendini.
Ölesiye zor bir hayat Sara’nın…
Yine o lanet gecelerden biri.. Doymak bilmeyenlerden arta kalanları hiç kaçırmadan karıştırırırken çocuklarıyla beraber, gelen iniltilerin sesiyle irkiliyorlar. Karınlarını doyurabilmek için o kadar zahmetten sonra bulabildikleri her şeyi bir kenara bırakıp, gelen sese doğru yöneliyorlar. Bütün gün aç kalacaklarını bilerek, bulabildiklerinden vazgeçmek hiç de kolay olmasa gerek onlar için.
Ama yine de gelen sese doğru gitmekten alıkoyamıyorlar kendilerini.
“Belli ki bizden daha kötü durumda olan birileri var” diye düşünüyorlar.
Biraz daha yaklaştıkça öyle olmadığını anlıyorlar.
Kanlar içinde yerde yatan bir kadın ve başucunda ağlayan bir çocuk.
Çocuk ağlamaktan bitap düşmüş.
Sesi dahi kayıp artık…
Çocuğun üzerindeki kanın, annesine mi yoksa ona mı ait olduğunu anlamaya çalışıyor Sara.
Çocuğu kucaklamaya çalışırken fark ediyor çocuğun vurulduğunu. Ve Sara’nın kolları arasında ölüyor çocuk. Çocuğu annesinin yanına bırakıyor yavaşça.
Gözyaşlarını tutamıyor Sara. Yanaklarından süzülen her damla, sel olup akıyor onların üzerine. Uzun bir süre hiç kıpırdamadan öylece kalakalıyor. Sonra çocukları geliyor aklına, dönüp bakıyor arkasına. Olup biten her şeye tanık olmuşlardı artık.
Ayağa kalkıyor ve sımsıkı sarılıyor onlara.
Bir yandan da mırıldanıyor Sara;
“Peki ya babası, o nerde acaba?
Yoksa o da mı terk edip gitmiş?
Ya da kör bir sokakta mı vurulmuş o da?”
Ve birkaç defa daha tekrarlıyor aynı sözleri.
Dermanı kalmıyor Sara’nın, gördükleri karşısında ve dizlerinin üzerine çöküyor yeniden.
Bu defa açlıktan değil,
Acıdan, acıdan, acıdan…
Kısa süreliğine de olsa kendi yaşadıklarını unutuyor Sara.
Şanslı hissediyor kendini ve çocuklarını.
Her şeye rağmen yaşıyorlar çünkü.
Ne garip bir duygu, en kötü durumların içinde bile kendini şanslı hissetmek.
Olup biten ve başına gelen onca şeyden sonra… Çok ilginç, tuhaf ve bir o kadar da haklı bir duygu. Çünkü onları yaşatanın elden asla bırakmadığı azmi ve mücadelesi olduğunu çok iyi biliyor.
Bir bıraksa, yok olup gidebileceklerini de…
Hem de çok iyi biliyor…
Bu karmaşık düşüncelerden sıyırıyor kendini. “Şimdi zamanı değil” diye kızıyor kendine.
Biraz toparlandıktan sonra neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor. Etrafa bir göz atıyor. Kimse var mı diye. Hiç kimseyi göremiyor.
İçinde ne var ne yok etrafa dağılmış çanta gözüne ilişiyor, önce çantayı kurcalıyor, sonra da yerdeki cüzdanı…
Cüzdanın içi boş. İki kimlikten başka hiçbir şey yok.
Biri ona ait, diğeri de belli ki çocuğuna.
Dizlerinin üstüne oturmuş, bir yandan çocuklarını sakinleştirirken, öbür yandan da yerde yatan kadının ve çocuğun kimliğini inceliyor. Kim olduklarını anlamaya çalışıyor. Belki bir yakını, bir ailesi vardır diye. “Herkes benim gibi sahipsiz değildir” diye düşünüyor.
Aradan ne kadar zamanın geçtiğini dahi bilmeden, bütün geceyi donuk bakışlarla izliyor Sara…
Hayat, Sara ve çocukları için devam etmeliydi şüphesiz. Onlar ayakta ve hayatta kalmak zorundaydılar her şeye rağmen. Bunu önce kendilerine sonra onlar gibi olan bütün annelere ve çocuklara borçluydular…
Sara, birkaç gün sonra yine karıştırırken çöp poşetlerini, yere sermek için açtığı gazetede görüyor haberi.
“Katil yakalandı” diye yazıyor gazete yaprağında. Hemen alıyor eline gazeteyi ve sıyırıyor üzerine koyduğu; birkaç zeytini, birkaç dilim peyniri ve yarım ekmeği..
Ailesi, eve hizmet etsin diye ilkokulu dahi bitirmesine izin vermeden alıyorlar Sara’yı okuldan. Ağlasa da, gitmek istediğini söylese de hiç kimse duymuyor sesini. O yüzden heceleyerek de olsa başından sonuna kadar okuyor haberi…
Okuduktan sonra anlıyor ki: “O cani, meğer kadının kocası ve çocuğun babasıymış”
Yine sadece bir gazete sayfasına düşen, bir annenin ve çocuğunun hayatı kaç kişinin yüreğinden bir şeyler koparıp gitti?
Kaç savcıyı, hakimi ya da bu durumdan sorumlu kaç yetkiliyi utandırdı?
Sessizliğini yırtarak, kaç insan bundan dersler çıkardı?
Hangi okullarda, hangi kitaplarda, hangi gazete ya da televizyonlarda bunlar anlatıldı?
Erkeklerin her şeyi yapma haklarının asla olmadığının bilincine kaç kişi vardı, kaç kişiye bunları anlatabildiler?
Ahlaklı olmanın bir cinsiyeti olmadığını, herkes için geçerli olduğunu ne zamandan itibaren öğretmeye başladılar.
Her şey yapmayı kendilerinde hak görenler, bir kadından dünyaya geldiklerini ne zaman hatırlayacaklar?
Çocuklarının bakışları arasında, şaşkınlığını gizleyemiyor Sara..
Kendisine yapılanları bir dakika da olsa yine unutarak; “Ne kötü adamlar varmış
İnsan hiç kıyar mı sevdiklerine, karısına, el kadar çocuğuna”?…
Evet; insan olan; “anne ne olur ölme” diyen çocuklarının gözü önünde “ölmek istemiyorum” diye son kez haykıran kadınlara kıyabilir mi?
Sevgili Canlar, yoluna ve ikrarına bağlı olan her Alevi kendisini Alevi Haber Ağı’nın doğal bir muhabir olarak görmelidir.
Oturduğu mahallede, okuduğu okulda, çalıştığı iş yerinde, üyesi olduğu Cemevi’nde ve sokakat haber niteliği taşıyan her durmla ilgili bize görsel veya yazılı haber göndermelidir.
Bu istemimiz Alevi kurum yöneticilerimiz içinde geçerlidir.
Alevi Haber Ağı: Gerçekleri yazacak… Geçekler yazılırken sende katkını sun can…
Saygılar, sevgiler