Alevi Haber Ağı

Alevi Haber Ağı Web Sitesi

Yitip gitmek, bir kekliğin sesindeki hüzün gibidir

“Kıymayın efendiler kıymayın!
Kıymayın hiçbir canlıya”…

“Kekliğin, doğası gereği kendi türüne ihanet eden bir kuş olduğuna inanılır ve ötüşü buna yorumlanır. Yakalanmış olan keklik bir kutunun ya da kafesin içinde bir yere konulur ve o kekliğin ötmesi beklenir. O öttükçe çevredeki diğer keklikler ona yaklaşır ve tuzağa düşerler.”

Bu iki cümle her şeyi anlatmaya yetiyor aslında. Ama yine de konunun içine küçük bir anımı dahil ederek özellikle altını çizmek istiyorum. Kendimizi karşımızdaki herhangi bir şeyin yerine koyma duygusuna vurgu yaparak. Çünkü küçük bir hikaye dahi, bizi bulunduğumuz yerden çok farklı bir yere taşıyabilir ve bize çok büyük dersler verebilir. Dolayısıyla; neyi ne kadar anladığımız, ondan nasıl bir anlam ve ders çıkardığımız bir olayın sonucunu belirlerken bir başka olaya da ayna tutar…

Dersim’de doğup büyüyenler, orda yaşayanlar bilirler. Köylerde, son yıllara nazaran, eskiden hava öyle soğuk olurdu ki, insanın içi dahi titrerdi. Çetin, yorucu ve bir mahpus hayata dönüşürdü kış. Öyle ki; günlerce yollar kapalı olur, mecburi durumlar dışında kimse dışarıya adımını dahi atamazdı. Komşu köyler arasında iletişim kesilir, uzunca bir süre kimse birbirinden haber alamazdı. Kış insafa gelip karın yarattığı esareti sonlandırana kadar.

Bırakın köyler arasındaki gidiş gelişleri, köyün çeşmesinden su getirmek dahi güç olurdu. Sırf bu yüzden köyde seferberlik ilan edilirdi. Yollar, kazmalarla küreklerle açılır ve öyle gidilirdi çeşmenin başına.

Kış en zalim tarafını gösterdiğinde, yarısına kadar karın içine gömülen toprak evler, kalan diğer yarısıyla kışın insafsızlığına meydan okurdu. Yetişkinlerin aksine, çocuklara, ızdıraptan çok bir eğlence merkezi haline gelirdi. Bir de avcıların, bitmek bilmeyen öldürme arzularına. Onların derdi başkaydı elbet. Avlanmak. Bu işi zevk ve eğlence olsun diye yaparlardı. Havanın durulmasıyla birlikte keklik, geyik, tavşan ya da karşılarına ne çıkarsa çıksın avlarlardı hunharca. Hiçbir acıma duygusunu taşımadan. İçlerinde bir sevgi kırıntısı dahi barındırmadan. Arkalarında soğuk ve kanlı izler bırakarak ilerlemeye devam ederlerdi. Kışın zor şartlarında; bir yandan yemek, su ve barınma ihtiyaçlarını karşılamak için mücadele ederlerken, öbür yandan silüetleri dahi olmayan insan görünümlü bu zorba katillerin, eğlence olsun diye öldürme arzularının merkezinde olurlardı bu güzelim canlılar. Bu durum onları, hükümdarı oldukları o doğanın içinde bir av, bu azılı katilleri ise onların doğasını ihlal eden bir avcı yapardı ne yazık ki. Kuşandıkları namert silahlar, onların en büyük gücü ve cesaretiydi. Edindikleri bu haksız cesaretle sinsice kurdukları pusunun içinde kendilerini “kralcık” ilan ederlerdi ve kaç canlının neslini tükettiklerini, kaç yavruyu açlığa ve ölüme mahkum ettiklerini umursamazlardı bile. Onlar için önemli olan tek şey ne kadar çok öldürdükleriydi. İnsan kalmanın bütün meziyetlerinden kendilerini soyutlayarak, kazananı asla olamayacakları bir yarışın içine girerlerdi…

6 ya da 7 yaşlarındaydım. Hava soğumuş, kar yüzünü göstermişti yine. Kış, çetin zamanların yeniden geldiğini bir kez daha hatırlatıyordu bize.

Köyde yaşayanlar bilirler.
Sonbahar bitmeden, kış daha yüzünü göstermeden, bütün hazırlıklar maksimum düzeyde bitmiş olurdu. Kar yağışı daha başlamadan kurumuş ağaçlar kesilir, kesilen ağaçlar küçük parçalara ayrılır ve iki ağacın arasına dizilirdi ve öylece bekletilirdi. Kış bastırınca, sobada yakmak için ya da yemek pişirirken kullanmak için, büyük kızaklarla azar azar taşınırlardı. O odunları taşıdığı gün babam buluyor o iki yavru kekliği. Söylediğine göre kekliklerin annesi ya öldürülmüş ya da tuzağa düşürülüp esir alınmıştı. Açlıktan ölmek üzereyken buluyor onları, sonra da üşümesinler diye üzerindeki montunun içine koyup eve getiriyor. Getirir getirmez yavrulardan birini bana, diğerini de kardeşime emanet etti. Büyüyene kadar biz bakacaktık onlara. Bakmasına bakacaktık ama ondan önce üzerimizdeki o şaşkınlığı ve tedirginliği atmamız gerekiyordu. O yüzden bir süre dokunamadık yavrulara, incitebiliriz korkusuyla. Çünkü onların; ürkekliği, korkusu ve şaşkınlığı bizimkilerle karışmıştı. Hepimiz yavruyduk ve şaşkındık. Bizim onlarla ilk kez ama onların bizimle bu ikinci kez karşılaşmalarıydı muhtemelen. İlki, anneleri öldürülürken ya da yakalanırken olmuştu. Onlar bizi sevdiler mi bilmiyorum ama biz hem çok sevmiştik hem de çok alışmıştık. Ve kendimize bakar gibi bakmıştık onlara.

O zamanlar farkında değildik bugünkü kadar, derin anlamlar yükleyemiyorduk belki, ama o yaşta öğrenmiştik, bir canlının kılına dokunmamamız gerektiğini. Onları sevmenin, yaşatmanın ve korumanın nasıl bir duygu olduğunu. O küçük olay bugünkü davranışlarımızı şekillendiren büyük bir olaya dönüştü aslında.

Meğerse, babam bilinçli olarak emanet etmişti bize…
Sonrasında; sobanın etrafında toplandığımız o akşamlardan birinde bunun cevabını almıştık babamdan…

O gün babamın anlattıkları sadece canımızı acıtmakla kalmamıştı, aynı zamanda kişiliğimiz üzerinde belirleyici bir rol oynamıştı. Acı bir tecrübeydi bu olay, ama bazı duygularımızı doğru yönde kanalize etmemizi sağlamıştı. Mazlum olandan yana olacaktık artık. Ve öyle de oldu. O gün, o olaydan etkilenerek verdiğim o büyük sözleri tutmuştum en azından.

Zalim olan, içinde her türlü kötülüğü barındıran, onu etrafına bulaştıran, kendini zorla dayatan, başka insanların ya da canlıların yaşam hakkına saldıran, onlara zarar veren, onları öldüren hiçbir insanı sevmedim ve karşısında durmaya devam ettim daima…

O iki yavru kekliğe ne mi oldu?

O iki yavru keklik büyüdü ve evin bacasından uçup gittiler. Küçücük kalbimde kocaman bir sevgi, ufak bir anı ama büyük izler bırakarak.
Doğaları gereği olması gerekeni yapmışlardı. Yavruyken bunu yapamazlardı çünkü. Ama ne zaman ki büyüdüler, güçlerini topladılar, koşullar ve zaman onların lehine işledi, ilk fırsatta ait oldukları yere doğru kanat çırptılar. Onca zaman bizim yanımızda olmaları hiçbir şey değiştirmemişti içgüdülerinde. Ve özgürlüğün adını yazdılar kanatlarına, dışarda bir günlük ömürleri kalmış olsa da….

Kekliğin, doğası gereği kendi türüne ihanet eden bir kuş olduğuna inanılır ve ötüşü buna yorumlanır.
Yakalanmış olan keklik bir kutunun ya da kafesin içinde bir yere konulur ve o kekliğin ötmesi beklenir. O öttükçe çevredeki diğer keklikler ona yaklaşır ve tuzağa düşerler. Çoğu da bu şekilde yakalanır zaten.
Oysa, kekliklerin bu şekilde kullanılmış olması, insanların kendi içinde yaşattıkları yok etme, öldürme, ele geçirme, esaret altına alma ve ihanet etme güdüsünden geliyor.
O yüzden, asırlarca bu güdülerine onları alet etmişler ve üzerindeki suçtan da böylece sıyrılmışlar. Yani kendi ihanetlerinin bedelini onların boyunlarında asılı bırakmışlar.

Onların ötüşünün renginde, kendi türünden birini esir etmek yoktur. Onların ötüşünde; acı, hüzün ve korku vardır, özgürlüğe özlem ve tutku vardır. Yalnız bırakılmışlığa, terk edilmişliğe isyan vardır. Esaretten kurtulma isteği ve çığlığı vardır. Ait olduğu yere hasret vardır…
O yüzden o kafesin içinde durmadan yardım dilerler.
Tıpkı bütün canlılar gibi.
Tıpkı bizler gibi…

Aksini düşünmek mümkün olabilir mi?

Keklik üzerinde şekillenen bu konu her canlıdan bir parça taşıyor aslında. Ama doğru anlarsak, doğru bakarsak, doğru yorumlarsak….
Çünkü istek ve arzularımız aynı yönde.
Yaşamak.
Özgürce yaşamak…

Ama o günden bugüne değişen bir şey olmadı ne yazık ki. Aksine; o günden bugüne daha fazla canlının katliamına ve eziyetine tanıklık ettik..
Ve zaman kış.
Ve her yerde katiller yine iş başında.
Köylerde, metropollerde
Bütün yasaklara, yapılan açıklamalara ve kınamalara rağmen öldürmeye, eziyet etmeye, yakmaya, yıkmaya, yok etmeye devam ediyorlar.

Bir kekliğin hikayesidir aslında yine son bir kaç gündür yapılmak istenen. Maden sahasıdır bahanesiyle; Dersim’deki Munzur Dağlarının tamamında ve Munzur Gözeleri’nin bir bölümünde ve Kazdağı Milli Parkı’ında….Yakın bir zamanda Hasankeyf’e saldırdılar. Bugün Şirince’ye, yarın başka bir yere…

Kalıcı bir çözüm ortaya konulmazsa; soyu tükenen, öldürülen, eziyet gören her bir canlının kanı ve yok edilen her bir ağacın, ormanın günahı hepimizin boynunda asılı kalacaktır…

Zarif LAÇİN

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir