Alevi Haber Ağı

Alevi Haber Ağı Web Sitesi

YOKSUL ZAMANLARIN ZENGİN ÇOCUKLARI

Bir zaman dilimi içindeyim. Bugüne ve yarına hiç takılmadan, olağanca hızıyla, şimdiki zamanın çok gerisine, çocukluğuma doğru bir düş yolculuğundayım. Yaklaştıkça o yoksulluğumuzun zengin zamanlarına, özgür olmanın da sınırlarına ulaşıyorum.

Bu zamandan hiç bir kırıntı taşımadan, kendine özgün bir edayla, elindekilerle mutlu olmayı bilen insanların dolaştığı bir zamanın içinde geziniyorum. Sınır yok bu hikayede. Koşabildiğin kadar özgürsün. Özgür olabildiğin kadar çocuksun. Bir kalıba sığdırmanın asla mümkün olmadığı zamanlar bunlar. Mutluluk, bol malzemeden yapılmış bir resim gibi kolayca tutuşturulmadı elimize, ama çocuktuk işte, çocukluğumuza dair hiç bir şey kaybetmeden. Hayallerimizdeki her şeyi kendimiz şekillendiriyorduk. Ortaya çıkan eser kusurlu olsa da, onu ortaya koyma amacımız, hiç bir zaman kusurlu olmadı. Çünkü; sonuç ne çıkarsa çıksın, o küçücük yüreğimizden damlatmıştık her şeyi. Masumiyetimizin resmedildiği bir eserde nasıl bir kusur aranabilirdi ki? Fotoğrafın yüzü gayet net ve üzerinde hiç bir örtü yok. Aralasan hikayenin penceresini yine aynı yüzü görürsünüz, bir çocuk yüzü. Elleri avuçları, üstü başı hatta yüzü adeta çamur içinde, fakat gülen gözleriyle ve hiç kapanmayan ağzıyla baki olan o güzel zamanlardan kalma, bizi biz eden bir yüz…

Kış, yaz ve bahar, hiç farketmez, hep çocuktuk biz.

Her mevsimin, ayrı ayrı çocuk ustaları…

Bizlere cömertçe sunduğu sıcaklıktan yüzümüz aydınlanır ve sıcacık yüreğimiz daha da ısınırdı. Güneşin çocukları olmamız sebebiyle şımarır, esmer yüzümüz kararana ve güneş o gün bizi terkedene kadar oynardık ve kendi kendimize ürettiğimiz o oyunlar uğruna bütün etimizi kemiklerimize kadar kavururduk güneşin altında. Özgürce koşup oynardık, etrafımızda gidip gelen; abilerimizden, amcalarımızdan, dedelerimizden korkmadan. Bu özgürlüğümüzün bedeli; bir ağacın en tepesindeyken ya da koşarken bir yere takılıp defalarca düşüp dizimizi kanatmaktı sadece. Ama her defasında yine o ağaca tırmanmak yeniden düşmek, yeniden koşmak yeniden düşmekti.

Zafer elde etmenin peşindeydik sanırım. Pes etmek olmazdı. Düşsek de korkmazdık, annemizden işiteceğimiz o okkalı azarları saymazsak. Bunu bilerek, o günün yorgunluğunu yanımıza alır ve eve dönerdik. Her defasında birinin kapısının önünde bir araya gelen büyüklerimizin, geceye hoşluk katan sohbetleri eşliğinde dinlenir ve güvenle uykuya dalardık. Bilirdik, günün yorgunluğuna yenik düşen bedenimizin yine annemizin kucağında güvenle sabaha uyanacağını ve kaldığı yerden, devam edeceğini…

Gecenin karanlığını yırtarak ortalığı aydınlatan dolunayın olduğu akşamlarda da “saklambaç “oynamayı severdik ve geç saatlere kadar devam eder dururdu bu oyun.

İpin bir ucunu ayak bileğimize öbür ucunu da güllenin ucuna takar ipin üzerinde atlaya atlaya gülleyi çevirirdik. Telden yaptığımız iki çemberin arasına bir tel takar, iki adet tekerlek yapardık, kendimiz ise, o iki tekerleğin ortasına yerleştirdiğimiz uzun telin ucundan tutar, arka tekerlek olma vasfıyla en hızlı giden arabayı üretmekle gururlanırdık. Uzun bir sopayı ucundan tutarak onu at olarak saydığımız zamanlardan daha az yorucuydu en azından. Evet, yine tüm güç bizim elimizdeydi, ama en azından korktuğumuz tek şey, tozu dumana katarak koşarken, olur da ayağımız bir yere takılırsa sırtından düşmemek için ucundan sıkı sıkıya tutunduğumuz at görünümlü kuru bir sopaydı sadece.

Gazoz ve kibrit kapaklarından oyunları, karşılıklı iki kişi oturarak, taşların, yere koyduğumuz paraklarımızın arasından uçup gitmemesi için önümüzde birer çukur açarak oynadığımız beş taşı, yere mektup zarfı şeklinde çizdiğimiz ve o çizgilerin üzerine gelmemesi koşuluyla düz bir taşı bir ayağımız havada olacak şekilde öbür ayağımızla kaydırarak oynadığımız mektup çizgisini, üst üste dizdiğimiz dokuz taşı, ortada koşup durduğumuz can canayı ve saklambacı da eklemezsem, çocukluğuma karşı büyük bir suç işlemiş olurum…

Bütün bu oyunlar bizi biz eden oyunlardı. En güzel zamanlardan; annemizden, babamızdan kalmaydı. Onların çocukluk devri bizim doğmamız ile birlikte artık tamamen sona erince, onlardan bize miras kaldı. Bizimle beraber, dünden bugüne taşındı. Gözlerimizin içini her daim gülümseten ve ruhumuzdan yüreğimize damlayan en güzel anılarımıza dönüştüler. Küçük parmaklarımızla adeta dikiş atarak bir araya getirdiğimiz ve elimize hazır bir şekilde asla sunulmayan en büyük mutluluk kaynağımız oldular….

Günler uzundu yazları. Dolayısıyla, yaz mevsimi çok daha fazla oyun ve özgürlük sunuyordu bize. Ama güven içinde…

Kış ise daha çetin geçerdi çocukluğumuzda. Kar öylesine çok yağardı ki, toprak damlar yerle bir olurdu karın kalınlığından. Çileli bir mevsimdir diye söylene söylene çile çeken annemizin ve babamızın aksine,  birer oyun parkıydı bizim için. Adeta karla aynı seviyeye gelen toprak damlardan atlamak, büyük bir zevkti. Özellikle, atladıktan sonra biriken karın içinde kaybolmak apayrı bir duyguydu. Bu oyun defalarca kendini tekrar eder dururdu. Ta ki, başka bir oyuna geçme isteğimiz ağır basana kadar. Her oyunda beraber hareket ederdik. Birlikte aynı oyunları oynar, birlikte başka oyunlara geçerdik. Yüksek bir yerden, daha kış gelmeden eskittiğimiz, kara lastiklerle kaymak, büyük bir sevinç kaynağıydı. Bazılarımız ise, bu tercihini kırık bir bidondan ya da yırtarak genişlettiği bir poşetten yana kullanırdı. Dedim ya özgürdük tercihlerimizde. Ustaları aratmayan hamlelerle kaymak için kızak takımlarımız yoktu belki ama, bizim de kara lastiklerimiz vardı. Üstelik hiç bir destek olmadan o yırtık kara lastiklerle düşmeden kaymak ustalık isterdi. Çünkü düşüp ciddi bir yara almak hatta ciddi bir durumla karşı karşıya kalmak, oldukça mümkündü. Karın üzerinde yuvarlana yuvarlana kara kendimizi iyice buladığımızdan emin olduktan sonra, yırtık ve yamalı çorapların içinde üşümekten artık hissetmediğimiz ayaklarımızı ve asla bir eldivenin içine girme şansı elde edemeyen ellerimizi ovuştura ovuştura, yanan sobanın etrafına koşardık. Sıcaklığın etkisiyle buharlaşarak çözülen ellerimiz ve ayaklarımız, öncesinde bir sızı eşliğinde bizi inletirdi ve ondan sonra yavaş yavaş ısınmaya ve rahatlamaya başlardı. Doğal olarak bizim de rengimiz kırmızıdan normal haline dönerdi. Ama bunları yeniden yeniden yaşamaktan asla vazgeçmezdik. Onca sızıya rağmen, aydınlanan gün ile birlikte, bizim de kar ile buluşma zamanımız yeniden gelmiş olurdu. Çünkü çocukluğumuzu hatırlatan; en güzel, en zevkli, en masum oyunlarımızdı bunlar. Mümkün olabilir miydi bunlardan mahrum büyümek.

Adeta buz pistine dönüştürdüğümüz o yollardan ciddi bir yara almadan ya da birinin yaralanmasına sebep olmadan kış,  yerini bahara bırakırdı artık…

Yeniden buluşmak üzere vedalaşırken o soğuk mevsimle, Bahar, ayrı bir coşku katardı çocukluğumuza. Bizde oyun biter mi? Her mevsime göre oyunlarımız vardı. Dedim ya, her mevsimin küçük ustalarıydık. Kar yerini, ıslak ve çamurlu bir zemine bırakınca, çamurdan oyuncaklar yapardık. Bebekten tutun hayvan vigürlerine kadar bir çok eser ortaya koyardık, bir usta ve sanatçı edasıyla. Güneşin cılız sıcaklığında kurutur, eve götürürdük sonra. Gaz lambasının o titrek ışığında, annemiz örgü örerken, babamızın anlattığı o öğretici hikayeler eşliğinde, o çamurdan bozma oyuncaklarla oyunlar oynardık.

Elektrik, telefon dolayısıyla bir çok şey yoktu. Elektriğin köyümüze geldiği zamanlar, bir başka zamana geçiş dönemi gibiydi. Olan her şey, bir başka şeyin yokluğunu ve eksikliğini hissettiriyordu haliyle. Elektrik gelmişti gelmesine ama bu kez televizyon yoktu. Evine televizyon alan bizce zengin diye tabir edilen o ailenin vay haline. Bütün köy halkı, belli günlerde film ya da dizi izlemek için o evde buluşurlardı. Biz ise nefes almayı dahi gürültüden sayar, elimizde çamurdan yaptığımız oyuncaklarla gözümüzü kırpmadan, ne izlediğimizi bile bilmeden yeni tanıştığımız o siyah beyaz kutuyu seyreder dururduk. Tek bir kanaldan ikinci bir kanala geçiş dahi epey zaman almıştı. Fakat ne önemi vardı ki? Bize adeta “onlarda bizi görecek mi?” duygusunu yaşatan o dizilerin ve filmlerin hiç biri sahip olduklarımızın verdiği duygu kadar gerçekçi değildi. Bilmediğimiz bir dünyanın bilinmezligindense bildiğimiz o gerçeklerin içinde kendi ürettiklerimizle bir hayatın içinde sonsuz bir mutluluğun peşindeydik.

Babamızın aldığı renkli plastik botlara sevindiğimiz kadar tarifsiz bir sevinç içindeydik. Dizlerimizde kabuk bağlayan yaralara rağmen, koşmaktan ve ağaçlara tırmanıp meyve toplamaktan hiç vazgeçmedik. Bizim için en tehlikeli şey, bize ait olmayan bir ağaçtan ya da bağ ve bahçeden meyve toplarken, asıl sahipleri tarafından kovalanmaktı ve atlamaya ya da koşmaya çalışırken düşüp bir yerimizi kırmaktan ibaretti. Tabi evde işiteceğimiz azar da cabasıydı…

Yoksul zamanların zengin çocuklarıydık.

Öyle ya;

Sonsuza dek devam edeceğini düşündüğümüz o zamanlar, her şeyin bir gün sona ereceği gibi sona erecekti.

Ve bitti de…

O günden sonra bir daha hiç dönemedik o günlere. Her geçen gün uzaklaştık o masum zamanlarımızdan. Sonbaharda, yaprakların ağacın dalından ayrıldığı gibi ayrıldık, döküldük çocukluğumuzdan.

O zamanlar, bizi koparmaya gücü yetmeyen rüzgar her birimizi bir yaprak gibi ayrı ayrı yerlere savurdu. Herkes farklı bir hayatın ucundan tuttu, heybesine doldurabildikleriyle. Ve o hayatın içinde bazen büyüdü bazen de kayboldu gitti. Neyi biriktirebildiyse, kendinden sonrakilere onları bırakabildi ya da hiç bir şey biriktiremediği gibi bir şey de bırakamadı. Çocukluğunun kırıntılarına tutunabilenler şanslıydı. En azından sığınabileceği temiz sayfaları hep oldu, büyümenin kirlenmek olduğunu düşünenlerin aksine. Dilerim o sayfanın bir arka sayfası her zaman olmuştur, ailesi ve çocuklarıyla ya da bundan sonra hayatına katacaklarıyla emek vere vere doldurabilmek için.

Büyüdük anlaşılan…

Büyümek böyle bir şey demekti…

Kendi çocukluğunun yüzüne bakabilene…

Zarif LAÇİN

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir