Alevi Haber Ağı

Alevi Haber Ağı Web Sitesi

Alevilik o denli zor açıklanabilir bir inanç ki, her kime sorsanız hep değişik yanıtlar alırsınız (11)

– Araştırmacı Yazar Sadık Erenler / S.Erenler@web.de 

İslamın baskıcı, dayatmacı hatta katledici tavrına karşı İskenderiyeli filozoflar da yeni bir tarz, yeni bir yorumla halka varmanın yolunu aradılar. İslam dininin savunduğu Allah kavramını reddedip yeni tepkileri üzerlerine çekmektense, Tanrı kavramı üzerine Ezoterik anlamlar yükleyerek kendi felsefeleri içinde eritip yeniden yorumlama yoluna gittiler. Tasavvuf akımlarının ortaya çıkışı, Hint-Yunan, İran felsefesinin giderek batıni anlamlarıyla tasavvufun içeriğine yerleşmesi bazı ezberlerin bozulmasına da neden oldu. Alevilik de bu bağlam da kendi payına düşeni alarak yeni bir yorumun içinde kendini buldu. Ortaya konan hurufiliğin de gözardı edilmediği bir yürüyüşle ortaya çıkan semboller ve sırlar bir kişi üzerine etiketlenerek kendine yeni bir misyon yükledi. Yaratan bile o oldu, kurtarıcı da oydu, yönlendirici de, bağışlayan da. Her güzellik onda toplandı. Ne denli itici yanı varsa silinip sırlandı. Evrende  varolan tüm güzelliklerin tezahürü o idi. O değişmiş, kendine biçilen elbiseyle yeni bir dünyaya yeni bir doğumla zuhur etmişti. O Ali idi. Arap Şiilerinin baştacı, Oniki İmamların ilki, İslamın keskin kılıcı, peygamberin damadı. İslamın 4. Halifesi olan Ali, yeni bir kimlikle zuhur ediyordu. Hem de Alevilerin Ali’si olarak. Yaratan da oydu, yaratılan da oydu, bu dünyada da öte dünyada da yaşayan her daim yardıma koşan, mazlumların şahı Ali, bambaşka bir kimlikle tarihsel kimliğinden arınıp, umuda yolculuğa çıkan  ilahi gücüyle gülümseyen Alevilerin Ali’si oluverdi. Zahiri değil batıni bir Ali vardı  artık Alevilerin tarihinde.

   Sosyolog İbrahim Ergin bu bağlamda “Köklerini Arayan İnanç Alevilik” adlı eserinde buna da vurgu yapmaktadır:  “Batıni toplulukların Ali ile tanışması öncesinde açık ve genel ifadesini bulan Ene-l Hak/ ben Tanrı’yım deyimi, XV. Yüzyıldan başlayarak Ali’nin Anadolu Aleviliğiyle entegrasyonuyla, daha çok Ali’nin Tanrısal özdeşliği bağlamında kullanılacaktır. Yani Ali, Anadolu batıni geleneğine Tanrı olarak entegre olmuş, Ali Tanrı’nın ismi olmuş, bunun sonucunda da  ozanların kendilerini ve genel olarak insanı tanrıyla özdeşleştirmesi örnekleri görece azalmıştır. Bu değişim kuşkusuz Batıni teolojinin kendisine ilişkin bir değişim değil, çünkü insan-tanrı düşüncesi değişmiyor; yani halk Müslümanlığı kabullendikten sonra onun Alici-Şiici mezhebinin yanına geçmiyor. Aksine Müslümanlaştırılma baskısını daha kolay gögüsleyebilmek amacıyla İslamiyetin içinden, kendi inanç gelenekleriyle özdeşleştirebilecekleri ve baskıya karşı kendilerine ideolojik ve manevi kalkan olabilecek temel bir şahsiyet alınıp kendi inançlarına taç yapılıyor. Böylece gelen basınca karşı, ‘biz de Müslümanız, ama biz Ali gibi Müslümanız, üstelik siz ona ve Peygamberin ailesine  zulüm yaptınız, Peygamberin mirasına ihanet ettiniz, dolayısıyla biz mülhit (tanrı tanımaz) değiliz; ama siz münkir (Ali’nin halife yapılması gerektiği noktasında sözden dönen anlamında, inkar eden) oldunuz şeklinde, karşı tarafın ezberini bozan bir öz-savunma hattı elde ediliyor. Yani XV.  (15. yüzyıl) yüzyıldan itibaren Ali’nin hızla benimsenmesi, Sünni hakimiyetin devlet aracılığıyla etkinliğini artırmasına bağlı olarak bir öz-savunma güdüsünün yansımasıdır. Bu özdeşleşmeyle tanrı-insan düşüncesi bu kez söz oyunları ve takiyye gibi yaklaşımlarla, esas olarak Ali üzerinden ifadelendirilmeye başlıyor.”

  Sosyolog İbrahim Ergin aynı eserde konuyu daha iyi bir örnekle açıklamaya özen gösteriyor ve 17. yüzyıl ozanı Kul Himmet’in bir duvazını devreye sokuyor:

   Bugün bize pir geldi,

   Gülleri taze geldi

   Önü sıra kamberi Ali Murtaza geldi

   Lailahe illallah illallah Şah illallah

   Kul Himmet üstadımız

   Bunda yoktur yadımız

   Şah-ı Merdan aşkına Hak vere muradımız

   Lailahe illallah illallah Şah illallah.

   Ozanların Ali’ye bakan gözlerinde hep batıni bir ışık vardır ve o ışık bugüne de damgasını vurmuştur.

Ozanlarımızın Ali’ye biçtikleri kaftan budur işte. Bu ezoterik içselleşmenin yorumlarla kendini sürekli güncellemesi dondan dona geçişi de gerçek kıldı.  Hallac-ı Mansur’un,  Cüneydi Bağdadi’nin, İbni Arabi’nin, İbni Rüşd’ün, Hace Bektaşi Veli’nin yaşadıkları coğrafyalarda bu fikirler filizlenip yorumlarıyla yüreklere kazındı.  Ali’ye Allah diyenler çıktı. Alim Allah diyerek. Yorumlar; Evren, canlı cansız tüm varlıkların onun yaratısı olduğu üzerine kuruldu.

    Ali’nin böyle bir donda görünmesi mümkün değil midir? İslam Şeriatı adına baş kesen Ali Alevinin Ali’si olabilir mi? Elbetteki aynesi iştir kişinin söze bakılmazdan yola çıkarsak, onun hiçbir şekilde değişmediğini, yaşamının son anına kadar İslam Şeriatına bağlı kaldığı da herkesce bilinir.

   Ali’yi iki evrede incelemek gerekiyor: birinci evre: İslam’a inanışından halife olduğu döneme kadardır. 12 yaşında İslam’a inanan, peygamberin hem amcaoğlu hem de damadı olması, Elinden kılıcı düşmeyen, İslam adına başlar koparan, bununla birlikte ilk üç halifenin emrinde olup  Kura’an’daki Ulu’l Emre itaat ilkesine bağlı kalıp halka zulm eden, taraf tutan, baskı kuran halifelere karşı çıkmayan bir tarihsel kişilik olarak bilinmesi. İkinci evre: Anadolu Alevilerinin gerçekte değil ama düşüncesiyle varedip yücelttiği, Allah’ın Muhammed’i ve Ali’yi kendi nurundan yaratmasıyla Tevhid anlayışının tezahürü, halife olduğu tarihten ölümüne kadar olan dönem olarak, halka baskı uygulamaması, devlet hazinesini herkim olursa olsun herkese eşit paylaştırması, zulm etmemesi, haktan-hukuktan yana olması ve halkın gözünde sevilen bir imaj bırakması. İlk dönemde İslam Şeriatı gereği verilen emirleri itirazsız uygulayan, ikinci dönemde de emir veren konuma yükselince içindeki güzelliği, iyiliği dışa vurması ve bu da halkın huzura kavuşmasına neden olması, köle olsun, özgür insan olsun eşit davranması. Halifeliği dönemi ne denli de savaşlarla geçmiş olsa da doğruluktan ayrılmaması. Halkın gözünde; Batıni anlamda; Allah’ın Ali’de zuhur ettiğine inanılması.

   Tüm İslam aleminin bildiği, tanıdığı Ali ile Anadolu Alevilerinin kutsallık makamına oturttuğu Ali aynı değildir. Birinde tarihsel bir kişiliktir, diğerinde ise; dondan dona giren, kah Allah yerine konan, kah Hace Bektaş Veli olan bir Ali Alevilerin Ali’sidir. Onu içlerine alıp Alevi etmişlerdir.

   Sosyolog İbrahim Ergin, “Köklerini Arayan İnanç Alevilik” adlı eserinde Ali üzerine tesbitinde der ki: “…Hz. Ali düşüncesi Anadolu Aleviliğini değil, Anadolu Aleviliği Ali ve Ali düşüncesini doğurmuştur. Örneğin Tahtacılar arasında “Allah, Hz. Muhammed ile Hz. Ali’yi kendi nurundan yaratmıştır, bu nedenle bunların üçü bir nurdur.” şeklinde yaygın bir inanç bulunmaktadır. Bu inancın kaynağı da  Hz. Muhammed ile Hz. Ali arasında geçen bir olaya dayandırılmaktadır. Buna göre; Hz. Muhammed, inananları kendi etrafında toplayarak herkesin bir musahip seçmesini ister. İlk olarak da , damadı Hz. Ali’yi kendisine musahip seçerek diğerlerine örnek olur. Bunun için belindeki kuşağı çözüp Ali’yi kendine doğru çeker, o anda ikisi iki başlı bir vücut olur. Bu şekilde, ikisi bir olmalarını herkese gösterdikten sonra, Muhammed hayretler içerisinde bu olaya şahit olan topluluğa “Ali ve ben, biz aynı nurdanız (Işıktanız). Ben bilginin şehriyim, Ali ise onun kapısıdır. Ali dünya ahret benim kardeşimdir. Ben Ali ile aynı can, aynı kan, aynı ruh ve aynı vücuttanım” şeklinde bir açıklamada bulunur. Alevilikteki birliğin anlamı budur. Allah, kendi nurundan yarattığı Muhammed ve Ali ile bir bütündür, birdir.

Ali’nin haktan, adaletten yana olduğuna dair şu rivayet de anlatılır:

     İmam Ali  Halifelik koltuğuna oturduğunda asıl gerçekleri daha iyi gördü. Devlet yönetimi laçkalaşmıştı. Ne idüğü belirsiz kişiler devleti soymaktan gayrısını düşünmüyorlardı. Devlet işleri ahbap-çavuş ilişkilerinden öteye gitmiyordu. Halife Osman döneminde döndürülenhileli  işlerin haddi hesabı yoktu.Ülkede büyük bir yolsuzluğun yanında Arap ırkçılığı da almış başını gitmişti. İslam olup da Arap olmayan toplumlara hala köle gözüyle bakıp ikinci insan muamelesine tabi tutuyorlardı.

     İmam Ali halifelik koltuğuna oturur oturmaz kafasında var olan yanlışı düzeltme planını yürürlüğe koydu. İslam devletinin hazinesi olan Beytülmal’a konan  savaş ganimetlerinin tümünü halka dağıttı. İmam Ali’nin bu konudaki konuşmasını Abdulbaki Gölpınarlı’nın sosyal Açıdan İslam Tarihi kitabından alan  Oral Çalışlar’ın Hz. Ali- Muaviye Çatışması kitabından aktaralım:

     ”Hz. Resul’ün (S.M.) vefatlarını müteakip halk Ebubekir’i halife yaptı. O Ömer’i halife bıraktı.O da halifenin altı kişilik  bir şura tarafından  tayinini uygun buldu; Osman  halife oldu; bildiğiniz işler de oldu bitti. Sonra bana başvurdunuz. Hiçbiriniz EbuTaliboğlu ( Hz. Ali) bizim hakkımızı vermedi diyemez. Kim Allah’a inanır, dinimize girer, kıblemize yönelirse, İslam’ın vacip ettiği şeyleri kabul etmek zorundadır. Siz Allah kullarısınız; mal da Allah malı. Allah onu aranızda eşitlikle bölmemi emretmiştir. Hiçbirinizin öbürüne üstünlüğü yoktur.” Bu konuşmasından sonra yanında bekleyen hazine görevlisi Ammar’a şu talimatı verir.” Kalk, halka üç dinar ver, bana da Beytülmaldan üç dinar getir, ”

     Hz. Ali’nin bu emri üzerine halktan yüzbin kişiye üçyüzbin dinar dağıtıldı. Herkes eşit bir şekilde payına düşeni almıştı.

     Hz. Ali’nin iktidara gelmesiyle yoksulun hakkını gözetmesi hatta devlet hazinesinden para dağıtması bazı kesimlerin hoşuna gitmemişti.Oral Çalışlar’ın  Hz. Ali- Muaviye çatışması kitabında örneği vardır:  Hz. Ali’nin para dağıtmasına karşı çıkan yörenin zenginlerinden biri tepkisini şöyle dile getirir.

     ” Dün benim kölem iken azat ettiğim kimseye de bana da aynı parayı veriyorsun.”

     İslamın ileri gelenlerinden Talha, Zübeyr, Abdullah bin Ömer, Said bin As, Mervan ve bazı Kureyşliler bu tutumu içlerine sindiremediler ve eşit para verilmesi kararına karşı çıktılar. İçlerinden birisi:  ” Osman’ın verdiği gibi vermezse, onu bırakır Şam’a gider Muaviye’ye katılırız”  tehdidinde bulundu. Hz. Ali’nin memurlarından bu kararın doğru olup olmadığını araştıran bu zengin grubu daha sonra Ali’yi aramaya giriştiler. Onu güneş altında  bir işçiyle birlikte kuyu kazarken buldular ve aralarında şöyle bir konuşma geçti:

    ” Bizim Resulullah’a yakınlığımız var. İslamı ilk kabul edenlerdeniz. Savaşlarda bulunduk.  Ne Ömer böyle verirdi, ne Osman. İkisi de bizi üstün tutardı, sense bizi herkesle bir tutuyorsun.”

          Hz. Ali: ”Benden önce mi müslüman oldunuz?”

          ” Hayır, sen ilk müslümansın; ancak Resullullah’ın boyundanız; ona yakınlığımız var.”

          ” Benden daha mı yakınsınız?”

          ” Haşa, O’nun senden daha yakını yok, fakat O’na uyduk; müşriklerle savaştık.”

          ” Benim kadar mı savaştınız?”

          ” Haşa, senin gibi savaşan yoktur.”

          ”Andolsun Allah’a,  benimle  işçimin arasında bir fark gözetmem ben.”

    Bu tartışma onları ikna etmedi, ama fazla konuşmayı da gereksiz görerek   Hz. Ali’nin yanından ayrıldılar. Bir süre sonra bu insanların bir kısmı             Hz. Ali’ye karşı yürütülen isyanın içinde baş olarak yer aldılar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir